Başka yerden hikâye anlatmaya gelen insanlar olur muydu? Bu iş onların mesleği miydi?

2 Comments

    yusuf - 06 Temmuz 2014 at 08:41 - Cevapla

    Masallar
    Masallar genellikle çocuklar için söylenir. Çocuk gelişiminde masalların önemi büyüktür. Masallar genellikle öğüt vericidir.
    Kurbağa İle Fil
    Evvel zaman içinde kalbur saman içinde… Kendi halinde gölün kenarında bir kurbağa yaşarmış. Bu kurbağanın bir de yavrusu varmış. Gölün etrafında kocaman bir de fil yaşamaktaymış. Fil büyük ve güçlü olması sebebiyle çevresine korku salarmış. Bir gün fil göle su içmeye gelmiş, kurbağanın minik yavrusunu dikkatsizliği sebebiyle ezerek öldürmüş.Bunun üzerine kurbağa hesap sormak için file gitmiş
    -Sen benim yavrumu öldürdün bunun bedelini ödeyeceksin… Demiş
    Fil:-sen ne yapabilirsin ki bana ben senden daha büyük ve senden çok daha güçlüyüm… Demiş ve kurbağayı kovmuş… Kurbağa filin yanından ayrılırken aklına bir fikir gelmiş. Kartalın yanına gidip ondan filin gözünü çıkarmasını istemiş. Kartal kurbağanın sözü üzerine filin gözünü kör etmiş… Kör olan fil su içmek için gölün yolunu tutarken, kurbağa uçurumun uçunda vıraklamaya başlamış. Fil sese doğru giderken uçurumdan düşüp ölmüş…(k5)
    Akıllı Çoban
    Eski çağlarda Şahimerdan isimli bir hân yaşarmış. Hân, bir gün bütün halkı toplamış ve onlara şöyle bir vazife vermiş:
    -Şu soruların cevabını en kısa zamanda bulun: Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor? Bu iki sorunun cevabını üç gün içinde bulamazsanız hepinizin boynunu vururum! Hânın fermanına uymak lâzım, yoksa sonunda ölüm var. Ahali, üç gün düşünmüş taşınmış; fakat soruların cevabını bulamamış. Verilen üç gün bittikten sonra cellâtlar, halkı sorgu alanına toplamışlar. Fakat hânın sorularının cevabını hiç kimse bilmiyormuş. Yüce dağın eteklerinde koyun güden bir çoban, ahalinin müşkül hâlini görmüş. Yoldan geçen bir atlıya ne olup bittiğini sormuş. Yolcu şöyle demiş:
    – Hân, halkına ‘Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor?’ diye iki soru sordu. Soruların cevabını bulmak için de üç gün mühlet verdi. Bugün belirlenen vakit bitti. Fakat henüz hiç kimse soruların cevabını bulabilmiş değil. Halkın böyle yorgun, bitkin ve üzgün olmasının sebebi ise ölüm korkusu… Çoban, bu üzücü durumu öğrendikten sonra atın terkisine binmiş ve ahalinin toplandığı sorgu alanına gelmiş. Bütün halk toplandıktan sonra hân, tahtına oturmuş:
    – Sorularımın cevabını bulan huzuruma gelip cevap versin. Diye buyruk vermiş. Meydana toplananların başları öne eğilmiş, ödleri kopmuş korkudan. Herkes ‘Sonumuz geldi.’ diye düşünürken, üstünde ak kaftanı, başında eski püskü başlığı ile bir genç, kalabalığı yara yara öne çıkmış:
    -Hakanım, sorularınızın cevabını ben buldum, diyerek hânın huzuruna varmış. Bu durumu gören ahali, şaşkınlıktan âdeta donakalmış.
    -Sorulara doğru cevap veremediğin takdirde başını alacağımı biliyorsun, değil mi?” diye sormuş hân, sert bir tavırla.
    - Biliyorum, sultanım…
    - Öyle ise söyle bakalım: Doğu ile batının arası kaç günlük yol?
    - Yalnızca bir günlük yol, hakanım.
    - Nereden biliyorsun öyle olduğunu?
    - Eğer doğu ile batının arası iki günlük yol olsaydı, güneş yarı yolda kalırdı. Fakat öyle olmuyor; güneş sabahleyin doğudan doğuyor, akşamleyin de batıdan batıyor. Demek ki bu mesafe sadece bir günlük yol… Bundan sonra hân;
    -Allah şu anda ne yapıyor?” diyerek ikinci sorusuna geçmiş. Çoban bu sefer şöyle cevap vermiş:
    – Hakanım, tahttan inerek yerinizi bana verin. Yerinize geçerek cevap vermek istiyorum. Hân, çobanın bu ricasını kabul etmiş; yerinden kalkarak aşağı inmiş. Delikanlı, tahtın üstüne çıkarak ahalinin de işiteceği şekilde şöyle demiş:
    - Yüce Allah, şu anda çobanı hânlığa, hânı da çobanlığa tayin ediyor. Hân, delikanlının bu cevabını da kabul etmiş. “Böyle hazırcevap olana baskı yapılmaz, demiş ve meydana toplanan halkı da dağıtmış. O günden sonra halk, çobana büyük saygı göstermeğe başlamış. Bir müşkülü olan ondan akıl sorar olmuş.
    Aslan, Eşek ve Tilki
    Aslan, eşek ve tilki birlikte avlanmaya çıkmışlardı. Her ne avlarlarsa, aralarında pay edeceklerdi. Anlaşmanın şartlarına da hepsi uyacaklardı. Kocaman besili bir geyik ele geçirdiler, aslan pay etme işini eşeğe verdi. Eşek düşündü, taşındı, anırdı ve bin bir güçlükle geyiği üç eşit parçaya ayırdı. Aslan eşeğin kendisine layık gördüğü parçaya o kadar sinirlendi ki, zavallı eşeğin üzerine atıldı ve onu parça parça etti. Sonra pay etme işini tilkiye verdi. Tilki eşeğin başına gelenlerden o kadar korktu ki, en ufak parçayı kendisine ayırarak, gerisini aslana bıraktı. Aslan tilkinin bu hareketi karşısın da çok memnun oldu. Yanına yaklaşıp, başını sıvazladı.“Bu terbiye ve nezaketi nereden öğrendin akıllı tilki ?” Tilki,”size hakikati söyleyeceğim, efendim” diye cevap verdi“ Bu terbiyeyi, şurada yatan cansız eşekten aldım.
    Arılar Ordusu
    Hz. İbrahim’in çocukluk döneminde, arıların birlik olarak, Nemrut’u nasıl hakladıkları anlatılmaktadır. Hükümdar Nemrut, hükümdarların en büyüğüydü. Yedi dağları aşmış ünü, kırk dağların ötesindeki insanları titretirdi… Kimi zaman Tanrı olduğunu bile söylerdi… İşte bu Nemrut, topal bir arı tarafından öldürüldü. Nasıl mı? Topal Arı’dan dinleyelim: “Kraliçe arı bir gün hepimizi topladı ve insanların boş şeylerle uğraştıklarını, hatta Nemrut’un da aynı olduğunu, bu yüzden başlarına olmadık işler açılacağını” anlattı. Aynı gün gecesi Nemrut bir rüya görmüş. Rüyasında yeni doğmuş bir çocuk, büyüyor ve kendisini öldürüyormuş. Sabahı beklemeden emirleri yağdırmış: “Yeni doğmuş bütün erkek çocukları öldürün, hamile kadınları da şehrin dışına sürün.” Bütün çocuklar kılıçtan geçirildi. Anaların ağıtları dağları, taşları inletti. Bulunduğum mağaraya, bir kadın bir çocuk getirip, yüzlerce defa öptükten sonra bıraktı, gitti. Çocuk uyanmasın diye hiç ses çıkarmadım. Sabah oldu, gün ışıdı, uyandı. Birbirimize bakıp gülümsedik, sonra ikimizde ağladık. Sonra bir ceylan geldi, ceylan memesinden çocuğu emzirdi. Üç can olmuştuk
    - Benim ismim Tek Kanat, çocuğun ismi Bilge idi. Ceylan’ın ismi yoktu. Aradan on beş yıl geçti. Bilge ile beraber şehre inmeye karar verdik. Yürüyüp, geldik. Bir tapınağa girdik. Her taraf put doluydu. Bilge, insanlar, “boşu boşuna bunlara tapıyorlar” diyerek, eline bir balta geçirip hepsini kırdı. Sadece büyük putu kırmadı. Baltayı götürüp bu putun boynuna astı. Çok korkmuştum. Bu yüzden Bilgeye arkamı döndüm. Bana seslendi. “Bak” dedi. Biz, bizi yaradan arıyoruz. Ay olamaz, güneş olamaz, bu putlar hiç olamaz.” Bu esnada, Nemrut tapınağa gelmişti. Etrafında bir yığın asker ve halk vardı. Her yerin harabe haline geldiğini görünce hiddetli bir şekilde sordu: “Kim yaptı bunları?” Bilge korkmamış, ayakta dimdik duruyordu.“Balta kimin boynunda ise o yapmıştır” dedi. Nemrut daha da kızdı: “O bir put, nasıl yapabilir ki bunu?” deyince, Bilge cevabı yapıştırdı: “Madem öyle niye onlara tapıyorsunuz?”Nemrut, dünyanın en büyük ateşinin yakılması için emir verdi. Bilgeyi de hapsettiler. Ben de omuzundaydım. Ertesi gün Bilgeyi zindandan çıkarıp Nemrut’un huzuruna getirdiler.“Tövbe et, putları onar, seni affedip putçu başı yapayım” dedi. Bilge cesurca, “İnanmadığım şeyleri yapmam ve tapman, siz de yapmayın ve tapmayın, ateşin vız gelir bana” dedi. Nemrud emir verdi. Ateşe atmaya çalıştılar. Ateş o kadar güçlüydü ki, kimse ateşin yanına yaklaşamıyordu. Çare olarak ateşin ortasına havadan fırlatmaya karar verdiler. Bana omzunun üzerinden hemen ayrılmamı söyledi. Çaresiz kabul ettim. Hızla uçarken, alevlerin yerini bir serinliğe bıraktığını hissettim. Yüksek bir yere konup ateşe bakayım dedim, bir de ne göreyim. Ateş yok, her taraf yeşillik, her taraf su, her taraf balık. Sevinçle uçup tekrar Bilge’nin omuzuna kondum.“Bu bir mucize” dedi. “ Ama keşke olmasaydı” dedi“Nemrut şimdi başka bir oyun yapacaktır.”“Ah keşke birlik olabilseydik.”Bilge haklı çıkmıştı. Nemrut yeni emirlerini sıraladı. “Bunu zindana atın, yarın meydanda ordum ile savaşacak…” Bilge’nin birlik olabilseydik kelimelerini düşünüyordum.Ben ne yapabilirdim.Ertesi gün, Bilgeyi zindan dan çıkarıp meydana getirdiler.Ordu bütün haşmetiyle dizilmişti.Birden ikiye ayrıldı, aradan Nemrut geldi ve Bilge’ye: “Sana son fırsat…” diyordu.Sözleri duyamadım.Aklıma bir şey gelmişti. Hemen arılar ordusunun yanına gittim. Arı beyine durumu anlattım, planları yaptık ve tekrar meydana geldik. Baktım Nemrut beyaz atıyla en öndeydi.“Beyaz atlıya hücum” dedim. Milyonlarca arı bir anda Nemrut’un, kumandanları ve askerlerinin arasına daldık. Hepsi ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Nemrut kaçmaya başladı. Peşinden takip ettim. Bu arada, Bilge halkla beraber askerlerin hakkında geliyordu. Nemrut’u tam yakalayacaktım ki, demir kapıyı kapattı. Bir o yana, bir bu yana baktım, içeri nasıl girecektim? Anahtar deliğinden. Hemen girdim. Nemrut’u nasıl öldürebilirdim? Başına doğru uçup, burun deliğinden girdim, hızla kafasının içine doğru yürüyordum. Deliye dönmüştü. Kafasını sağa-sola vurmaya başladı. Yetmedi, kumandanları tokmakla kafasına durmadan vurmalarına rağmen, yine de çare olamadılar. Son çare olarak Nem¬rut’un başını kesip, yeni bir baş takmaya karar verdiler. Başını kestiler. Ben de uçtum, Bilgeyi buldum ve yine omzuna kondum. Nemrut ölmüş, halk zaferi kazanmıştı. Artık vedalaşma zamanı gelmişti. Bilge bana: “Uç sevgili Tek Kanat uç. Git bu masalı her yerde anlat. Git başka diyarlara, de ki, birlikten kuvvet doğar. De ki, zalimlerin hakkından ancak birlik olunursa gelinir.” dedi.
    Bilge Kaplumbağa
    Mor dağlar yüce yüce, derlenip; Ömrümüzün yarısı gündüz, yarısı gece. renk renk denizler masal, yıldız yıldız gökler bilmece… İnadına yaşar gideriz dünyada kimimiz otlar, kimimiz börtü-böcek, kimimiz kuşlarca… İlle de yaşamak, yaşamak ya insanca… En zor olanı da bu olsa gerek… Neler gelip geçmemiş ki bu yaşanılası evrenden… Akıllısı delisi, divanesi serden geçtisi, keloğlanı kösesi, hırpani kılıklı, sakallısı sakalsızı… Gölgesinde korkanı mı dersin, devlere canavarlara kafa tutanı mı görmek istersin? Kimisi köşkte sarayda, kimisi villada yalıda, kimi mağarada köyde, kimi köprü altında, kimi yazı yabanda… Bizim bilge kaplumbağa yaşanılanların en uzağında. Horozların ilk ötüşüyle gözünü açar her sabah. Seher yıldızı her sabah göz kırpar ona yukarılarda. Seher yıldızının göz kırpışıyla; bizim Bilge Kaplumbağa düşer yollara sabah sabah. Otları her bir çiçeği tanır kokusunda, kuşları ve börtü böcekleri sesinden tanır. Acısı hüznü ve yitiği olan Bilge Kaplumbağa’yı arar, derdi olan ona sorarmış doktora gitmeden. Dahası bilge biri bizim Kaplumbağa. Dertliye deva, yaraya merhem üzüntüye sevgi olur her zaman. Gözünü budaktan sözünü yasaktan sakınıcılardan değildir. O tepe senin, bu yamaç benim dolanır durur kırlarda her zaman. Kimi zaman yoruldu mu iner bir çeşmenin başına, elini yüzünü bol suyla yıkar, sonra da çekilir bir ağacın ya da çiçeğin gölgesine, dalar düşlere uzun uzun. Kimi zamanda ağaçların hışırtısına, suların sesine, kuşların ezgisine dalar gider hüzünle. Gizli bir derdi varmış gibi, derin derin iç çeker, ayaklarının dibinde dolaşan börtü-böcek ve küçücük karıncaları görür görmez dayanamaz: Sevgili canlarım sevgili canlarım…“Ben sizin kadar olamadım,” der başlar yanık sesiyle her zamanki ezgisine. Ezgi kayadan kayaya, oradan da dağlara ovalara dalga dalga ulaşır. Olanca börtü-böcekle birlikte doğada ne kadar canlı varsa pür dikkat ezgiyi dinlerler her zaman. Dağ taş ezgiyle birlikte bir iniler bir iniler ki… Yürekleri sevgi ve barış dolu olanlar Bilge Kaplumbağayı dinledikçe mutlu olur; kötülük ve savaş düşünenler, hırslarında deliye dönerlermiş. En çok Karafatmalar kızarmış Bilge Kaplumbağaya. Doğadan bulunan tüm canlılara müracaatla “ezgi söyleme yasağı” bile çıkarmaya uğraşmışlar. Et oburlara, “Çiçekleri, börtü-böceği şu küçücük yaratıkları kurdu kuşu sevindiren, ama bizim anlayamadığımız kimi şeyler var Bilge Kaplumbağanın söylediği ezgilerde” diyorlarmış Karafatmalar Aslana, Çakala, Sırtlana. Ama Bilge Kaplumbağanın aldırdığı yokmuş, yasağa falan da hiç aldırmazmış. Günlerden bir gün bir çeşmenin başında Hindiba çiçeğinin dalları dibindeki serinlikte kendinden geçercesine bir ezgi tutturmuş. Ezgiyle birlikte keklikler, üveyikler, sülünler, bıldırcınlar uçarak varmışlar ezginin söylendiği yere. Arayıp bulmuşlar Bilge kaplumbağayı. Ama bizim Bilge bir dalmış ezgiye gözü gönlü kimseleri görmez olmuş. Derken kekliğin şakımasıyla kendine gelmiş. Keklik dermiş ki:
    -Çok güzel sesin var. Senin ezgilerinle bir çare bir derman arar olduk son zamanlarda. Sen bilge birine benziyorsun. Bize bir akıl bir çare, avcılardan nasıl kurtuluruz. Bize göz açtırmıyorlar. Havada karada her yerde vurmaktalar bizi, dediğinde; zıp zıp tavşan da otlar arasında hoplaya hoplaya katılmış aralarına, o da keklikler, sülünler, bıldırcınlar, üveyikler gibi dertliymiş. Hemen konuşmaya katılmış.
    -Beni boş verin de, ben yaşadığım kadar yaşadım artık. İki gün önce iki tane yavrumu yakaladılar. Çok uğraştım yavrularımı kurtaramadım. Az daha canımdan oluyordum. Bana bir akıl, bir yol gösteren yok mu, demiş? Sülün salına salına zıp zıp tavşana yaklaşmış:
    -Hepimiz birlikte bir araya gelerek bir hal çaresine bakmamız lazım. Ya yoksa avcılar kısa sürede hepimizi yok ederler. Adamlar gece gündüz demeden her yerde bizi aramaktalar. Ne yuva koydular, ne çalı dibinde barınacağımız bir yer. Daha olmadı mı çalılıkları yakarak bizi avlamaya çalışıyorlar. Kınalı keklik yavrularıyla sülüne yaklaşıp:
    -Bunlar bilinen şeyler, hepimiz bilmekteyiz yıllar yılı… Ama bu duruma bir çare, bir yol bulmak gerek. Bize olan oldu; hiç olmazsa bizden sonra gelenler kurtulsun bari. Sülün: “İyi ama nasıl” dedi. Kınalı keklik: “Kendi aramızda görev bölüşümü yapalım. Sırayla gözcülük yapalım. Avcılar gelince birbirimize haber verip saklanalım. Onlar gidince de çıkıp işlerimize bakarız. Bilge Kaplumbağa: —-“Hele şöyle bir yaklaşın bakalım, diyeceklerim var size.” Diyerek. Eline aldığı ot parçasını saz gibi çalmaya başladı. “Hırsız beceriklidir, avcı avlar avını, kullanırsa usunu.” “Terzi diker dikişi, evrende geçerlidir işi.” “Becerikli olmalı kişi, usunu kullanmalı, gelmeden geleceği sezinlemeli ki kendine zarar erişmeye,” diyerek yerinden kalkıp çeşmeye doğru yürürken, kendisine aval aval bakanlara, dönüp şu öğüdü verdi. Aklı olan sema döner, Kollarını yana açar, Güneşe dek uçar, Evrenin kapısını; Döndürür kuru yaprakta. Elindeki ot parçasını sallayarak, kendisine sessizce bakanlara gülümseyerek, tepeden tırnağa süzdü çevresindekileri. Herkes sus pus Bilge Kaplumbağaya baktı. Susarlar ya, nasıl susmasınlar? Dağda bayırda, yolda belde, su kenarında avcıların karşısında ne yapacakları düşü yüreklerini burkmuş, akıllarını başından almış sanki. Zıp zıp tavşan daha fazla dayanamayarak: “İyi söyledin hoş söyledin de anlaşılmazı söyledin. Korku bizde akıl mı bırakmış ki düşünüp bulalım dediklerini. Buraya gelmeden önce, az daha beni vuracaktı avcılar, tüm gücümle kaçıp zor kurtulabildim ellerinden. Bir var ki köpekler beni izlemedi. Ya yoksa şimdi yaşamazdım ben. Bilge kaplumbağa yola koyulmadan önce yeni bir ezgiye başlamış. Kırların kokusu gelmiş burnuna herkesin. Akan suların, görünmez kuşların seslerini duyar gibi olmuş herkes, küçücük karıncalar bir yolda yürüyorlarmış durmadan… Bekleyenler Bilge Kaplumbağanın ezgisiyle birlikte çekilmişler dağların kuytu yerlerine kayalıkların arasına. Kulaklarında Bilge Kaplumbağanın ezgisi çınlamış durmuş bir zaman. Sevgili canlarım, sevgili canlarım Ben sizler kadar olamadım, dediğini yavaş yavaş anlar olmuşlar. Ama bir şeyleri değiştirebilmişler mi acaba? Orası bilinmiyor…

    ahmetdagli - 12 Temmuz 2014 at 13:26 - Cevapla

    vhjvhjl
    bhjjlvhk

    Fotoğraf/Dosya:  



Cevap Gönderme Formu